Kamp, şapşal balık ve tarih

Yoğun bi’ çalışmayla hallederiz abi” felsefesini benimsemiş bir insan olarak her işi son anlara kadar erteleyip yoğun bir çalışmayla halletmeye alışmış bir bünyenin Tez için farklı bir durum ortaya koyması beklenemezdi elbette. Evet Tez teslimi için artık son yüz metreye girmiş bulunuyorum. Bundan sonra bilumum gezmecilik-tozmacılık faaliyetlerine ara verip kendimi yoğunluğa bırakmadan evvel son bir kez doğaya açılayım, bir nevi reset atıp kendimi çalışma yoğunluğuna hazırlayayım düşüncesiyle bir “gezicik” (şimdi, gezi var gezicik var) planı içerisine girdim.

Gezi planımız yakınlardaki bir gölde kamp yapmak, ertesi gün Alacahöyük, Hattuşaş, Yazılıkaya gibi tarihi mekanları gezip geri dönmekten ibaretti.

Cuma günü akşam üzeri yola çıktık. Kısa bir yolculuktan sonra kamp yapacağımız göle vardık, çadırımızı kurup kamp ateşimizi yaktık.

Akşam yemeği sonrası soğuk havada sıcacık kahve keyfi bambaşka tabi.

Hava rüzgarsız, gökyüzü açıktı. Yıldızlar muhteşem görünüyordu. O dinginliği, sessizliği dinlemek çok güzel olurdu muhtemelen. Fakat gölün karşı kıyısından geçen yol sayesinde dinlediğimiz tek ses kamyonların sesiydi maalesef. Demek ki her gördüğümüz göl için “burada ne biçim de kamp yapılır ki” dememek lazımmış. Çok fazla rahatsızlık vermedi ama sessizlik daha güzel olurdu tabi.

Mart ayında olduğumuzun bilincinde olarak gece sıcaklığın düşeceğini tahmin etmiştik ama bu kadar soğuk olacağını zannetmiyorduk. Muhtelif yerlerimde bir takım katı faza geçiş denemeleri yapan hücreler olmadı değil. Neyse ki denemeden öteye geçemediler. :)

Gece saat 2 civarları… Ay doğumu çok güzeldi mesela.

Sabah saat 6 civarlarında akşamdan attığımız oltalardan birinde bir balık sessizce bekliyormuş. Oltaların yemlerini tazeleyelim diye kontrol ederken fark ettik. Kendisi çok sessiz sakin bir arkadaşımız. Şöyle bi’ çırpınayım, kancayı kurtarıp topuklayayım gibi düşünceleri yok. Sakince aldık dışarı. Yasal boyutların altında olduğundan dolayı geri saldık. Geri salarken de şapşallığı üzerindeydi. Önce bi’ geri dönüp karaya doğru yüzmeye çalıştı, kıyıya tosladı. Tekrar yönünü döndürüp gönderdik. Başka da balık gelmedi zaten.

Aslında gezinin özünü kamp yapıp doğada vakit geçirmek oluşturuyordu. O tarihi mekanlar, kamp yerine yakın olmaları ve “bi gidip görelim bakalım” dürtüsüne engel olamama nedeniyle plana dahil olmayı başardılar. Sabah kahvaltımızı yapıp eşyaları topladık ve Alacahöyük’e doğru yola çıktık. Gezinin bundan sonraki kısmı iki mühendis adamın tarihe bakış açısının ne kadar farklı olabileceğini gözler önüne seren diyaloglarla doluydu (hepsini burada dillendirmem mümkün değil tabiki. :)).

Alacahöyük, tarihi M.Ö 3500 ‘e kadar dayanan bir yerleşim yeriymiş. Yapılan kazılarda bulunan eserlerin çok büyük bir kısmı Çorum Müzesi ve Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde sergileniyormuş. Dolayısıyla burada çok fazla görülecek bir şey yok. Zaten gayet küçük bir mekan. Sadece giriş kısmındaki sfenksli kapı ve duvarlardaki kabartmalar filan güzel. Bir de küçük müze var fakat tadilatta olduğundan giremedik.

Alacahöyük’te kısa bir tur attıktan sonra Hattuşaş’a doğru yola çıktık.

Hattuşaş, Hitit İmparatorluğu’na M.Ö 17. ile M.Ö 13. yüzyıllar arasında başkentlik yapmış bir yerleşim yeriymiş. Şehir oldukça geniş bir alana yayılmış. Tapınak kalıntıları, surlar, kapılar gibi pek çok kalıntı mevcut.

Genel görünüm yaklaşık olarak şöyle:

Aslanlı Kapı ve Kral Kapısı:

Burası şehrin en üst kısmında bulunan piramit benzeri bir yapı. Alt kısımda piramitin içinden geçen bir geçit mevcut.

Tapınakların olduğu bölge:

Her taraf bildiğiniz taş ve kaya parçalarıyla dolu olunca farklı bir taş hemen dikkat çekiyor. Şehrin giriş kısmında bulunan tapınakların olduğu bölgede yeşil bir taş mevcut.  Taşın Mısır kraliçesi tarafından hediye edildiğine dair rivayetler var. Ayrıntılı araştırmadım. Nedir? Ne işe yarar? Merak edenler araştırsın efendim. Biz iki mühendis olarak “Ne kadar pürüzsüz lan bu. Nasıl işlediler acaba? Kaliteli bir yüzey elde etmiş herifler.” gibi diyaloglar sergiledik etrafında. Gereksiz tabi…

Hattuşaş’ı da gezip bitirdikten sonra hemen yakında bulunan Yazılıkaya’ya geçtik. Burası Hititlerin açık hava tapınağıymış. Duvarlarda pek çok tanrı ve tanrıça figürüne rastlamak mümkün:

Şimdi ben burada, tarihi M.Ö bilmem kaçıncı yüzyıla dayanıyormuş da, şu medeniyetin izleri varmış da filan diye bilmiş açıklamalar yazdımya hah işte gezerken bunların hiç birisinden haberdar değildik.  Öyle kendi halimizde “Ne güzel daş”, “Adamlar iyi işlemiş abi, ustalarmış bu işte”, “her taraf daş lan” konseptinde takıldık. Öyle olunca insan pek bişey anlamıyor tabi. Siz buralara gitmeyi düşünüyorsanız ya gitmeden önce güzel bi’ araştırın okuyun ya da bilen birini yanınızda götürün. Bizimkisi doğaçlama gelişen bir gezi olduğundan bunlara zamanımız olmadı pek. Yine de ilginç bir duygu tabi tarihe bu kadar yakın olmak, o insanların yaptıklarına bakmak, dokunmak filan. M.Ö 3000’lerden bahsediyoruz boru değil. :)

Başlarda da söylediğim gibi Tez olayını çözene kadar gezilere ve yazılara ara veriyorum. Dönüşüm muhteşem olabilir, uyarayım.

_____

2 Yorum

Doğancan için bir cevap yazın Cevabı iptal et

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir